Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

AKÇAKOCA'YI KENT YAPABİLMEK...

Akçakoca Meydanı ile San Marco Meydanını yanyana koyduğumuzda, aradaki uçurumu görmek mümkün. Kent Konseyinin hazırlamış olduğu, KENTSEL GELİŞTİRME ETKİNLİKLERİ taslağında yazılı olan önerilerin hemen, hemen tamamı, bu kentin ihtiyacı olan şeylerdir. Bu etkinlikleri kısa, orta ve uzun vadede gerçekleştirilecek hedefler olarak belirlemek, enerji ve zaman kaybını önleme açısından gereklidir. Fakat, biz biliyoruz ki, bunları gerçekleştirmek için finansman desteği gerekiyor. Bu nedenle önceliklerimizin olması ve planımızı yaparken doğru seçimleri yapmak önem taşıyor. A- Kentin park, bahçe alanlarının tespiti ( belediye, muhtarlar) B- Yeni yapılacak yapılara çevreye, kente uyum standartlarının düzenlenmesi, Öncelikle çözülmesi gerekenler ; 1- Kent Meydanının düzenlenmesi; Kısa Vadede ; a-) Meydandaki heykellerin uygun yerlere taşınarak alanın boşaltılması, b-) Boşaltılan alanın içine toprak doldurularak, çiçeklendirilmesi, c-) Meydanın trafiğe kapatılması, d-) Kent Konseyi binasının meydana

ÇUHALLI SAHİL YOLU

2011 YAZ FESTİVALİ İÇİN ÖNERİLER

İyi bir festival düzenlemek için kış aylarından hazırlanmak ve geçirdiğimiz festivalleri iyi değerlendirmek gerekiyor. Oldukça renkli ve uzun süren 2010 festivalini izlerken, olmaması gerekenleri not etmiştik. Festival, tüm kente yayılmak istenmesine rağmen başarılı olunamamıştı. Farklı yerlerdeki etkinlikleri izlemek konusunda zorlanmıştık. Uçurtmalar uçurulamamış, Köy pikniği, istenen aktivite için yetersiz kalmıştı. Önümüzdeki yıl hazırlıklarını çiçeği burnunda Kent konseyi yapacakmış… Başarılı olmalarını dilerim…Çünkü sonunda kentimiz kazanacak veya kaybedecek…Bu nedenle, görmek istediğim tabloyu sizlerle paylaşmak ve düzenleyicilere de bir şeyler söylemek isterim. 2011 yazı, Ramazan ayının erken başlamasıyla daha kısa süreceğinden, elimizde kalan kısacık yaz sezonu boyunca festival havası yaşatmak için; 1-) Güzel sanatlar akademileri ile yazışarak; sahil boyunca heykel sergisi, kumdan heykeller yaptırılabilir. ( tabi ki kumumuz uygunsa, değilse başka materyaller kullanılır) İstanb

KÜLTÜR EVLERİ MÜZE DEĞİLDİR.

Kültür evlerini, Tarihsel ve kültürel değeri olan nesnelerin sergilendiği müzelerden ayıran en önemli özelliği yaşayan mekanlar olmasıdır. Kültür evi denildiğinde; bünyesinde el sanatları, edebiyat, müzik, folklor, dans ve sahne sanatlarının yer aldığı ve eğitimlerinin verildiği mekanlar akla gelir. Özellikle, büyük şehirlerdeki imkanlara sahip olmayan yerlerde; sanatsal etkinliklerden uzakta kalan ve eğitim alma şansı olmayan insanlar için kültür evleri çöldeki vaha gibidir. 2010 Temmuz ayında şehrimize kazandırılan Nimet ve Gazi Bekir Özkök Kültür Evi’ne de bu anlayışla yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Duvarlarına Atatürk’ün ve diğer ünlü çehrelerin resimlerinin asılmasıyla yetinilmesi durumunda, küçük bir resim galerisi ve çıplak bir “müze ev” olarak işlevinin çok altında kalma tehlikesi olduğunun altını çizerek; şehrimizin tek kültür evini “atıl kapasite” de bırakmaya kimsenin gönlünün elvermeyeceğine inanmak istiyorum. Çünkü kışın Akçakoca’da yaşayan bizler, oradan filizlenecek

BİR KENTE AİT OLMAK (2)

“IHLAMUR MEYDANI” … Çocukluğumdan iki imge kalmış aklımda Akçakoca meydanından, Yaşlı “Roma dondurmacısı”ndan satın aldığım Kaymaklı dondurmanın tadı, Bir de kokusu Ihlamurların… Kentlerin meydanları, o kentte yaşayan insanların ruhunun aynasıdır. Kent insanı, kendine o aynadan bakmadıkça, o kentte yaşadığının ve sosyal sorumlulukları olduğunun farkına da varmaz.Anadolu’da tarihi yerleri ( ören yerleri) gezerken nüfusun kalabalık olmadığı bölgelerde bile agora meydanının olduğunu görürüz. Antik Yunan’da, Roma’da,Anadolu’da yerleşik olmanın en belirgin ölçüsü olan bu meydanlar; İnsanlığın sosyal değişim tarihi hakkında bizleri bilgilendirirken aynı zamanda dünya var oldukça yok olmamanın gizemli bilgisini de mütevazi bir şekilde bizlere sunmaktadır. Meydanlar; kentsel yerleşim yerlerini, kırsal olan yerleşim yerlerinden ayıran en önemli mekanlardır. Meydanlar, maddi, manevi kültürel alışverişleri kolaylaştıran ve ortak bir iletişim dilinin oluşturulmasına katkıda bulunurken, o kent

BİR KENTE AİT OLMAK (1)

“Kentler içinde sevdiklerimiz varsa güzeldir.” Ve bir kenti sevmek; aynı zamanda ona emek vermekten geçiyor. Kentlerin de insanlar gibi bir ruhu vardır; İçindeyken yaşadığınız her şey sizin kimliğinize bir şey katar, siz varlığınızla kente bir anlam katarsınız. Sokakta, alışverişte, insanlarla karşılaştığınızda yaşadığınız her durum size hayatınızı yeniden kurgulatır. Rüzgarın getirdiği bir hanımeli kokusuyla, çocukluğunuzdaki bir imgeyi hatırlar, daha önce varlığını bildiğiniz ağacı görmediğinizde hayatınızdan bir şeylerin çalındığını hissedersiniz. Kentte onayladığınız, onaylamadığınız bir sürü farklı olgularla karşılaşsanız da kent o kadar içinize işlemiştir ki, “her şeye rağmen” sevmekten vazgeçemezsiniz. Mesela en çok nefret edilen, en çok sevilen, en vazgeçilmez olan bir şehirden bahsediliyorsa; İstanbul’a bir kez giden o şehrin İstanbul olduğunu düşünür… İnsanın ruhunu; karşısında canlı bir şey varmış gibi karıştıran bu duygu, kentin ruhunun size yansımasıdır. İçinde farklı

FARKLI DİL, KÜLTÜREL ZENGİNLİKTİR.

Annesinin cenazesinde “ Şumşine Nanakçimi” diye ağıt yakan kadın, tüm hayatı boyunca duyduğu ama konuşmadığı, çocuklarına da öğretmediği için unutulmaya mahkum bir dilde ağladığının farkında mıydı? Pazarda, sokakta, mahalle aralarında duyduğumuz Çerkezce, Gürcüce, Abazaca, Lazca dillerinin uzun zamandır giderek daha az konuşulduğuna tanıklık ederken “Bir dil bir insan, iki dil iki insan” deyişini sadece İngilizce, Almanca dillerini bilmek olarak mı algılıyoruz? Bu topraklarda doğan, bu topraklarda hayat bulan dillere; Türkiye’nin kültürel mirası olduğunun farkına varıp sahip çıkmazsak, Türkçe’den başka dillerin yaşamasına izin vermezsek, Türkçe’nin de yayılmacı bir dil olan İngilizce karşısında giderek yok olmasının önüne geçemeyiz. Günümüzden 5000 yıl kadar önce bu topraklarda, Dicle ve Fırat nehirleri arasında Mezopotamya” denilen bölgede tarihin en eski uygarlığı olan Sümer Uygarlığı yok olmaya başladığında, Sümerli bir öğretmen yaşadığı acıyı şöyle aktarıyor kil tabletlerine: “ Yaş
FESTİVALLER KENTLERİN VİZYONUDUR. Festivaller, farklı toplumsal gurupları, halkları, ülkeleri birbiriyle kaynaştırmak amacıyla yapılan, kültürler arası alışverişi öne çıkaran etkinliklerdir. Festivallerin zenginliği, birbirine benzer etkinliklerin sayısını çoğaltarak sağlanmaz. Sergilenen her etkinliğin bir amacı olmalı ve hedef kitle doğru saptanmalıdır. Bu nedenle organizasyonun çok iyi yapılması gerekir ki emekler heba olmasın. Yoksa yaşadığınız sonuç; tüm iyi niyetinize rağmen çocukların karnını bir sürü abur, cuburla doldurmaya kalkan ebeveynlerden farklı olmaz. Dünyanın birçok bölgesinde farklı şekillerde kutlanan festivallerin arasında yer almak, özel olmak ve hedeflenen festivali geleneksel hale getirmek için çok iyi vizyona sahip olunması gerekir. 14. kez kutlanan Akçakoca Festivali her yıl içerik olarak daha zenginleşerek devam etmesine rağmen, yerel halk dışında katılımın sağlanamaması, ulusal ve uluslararası düzeyde festival düzenlemede eksiklerimiz olduğu anlamına geliyor.

GERÇEK VE DOĞRU ARASINDAKİ FARK

Genellikle doğru olan ile gerçek olan arasındaki farkı karıştırırız. Çoğu kez doğru olanı gerçekmiş gibi algılarız. Oysa doğru subjektiftir. Yani doğru" kişinin duruşuna, bakış açısına, o günkü psikolojik durumundaki algısına göre değişir. İnsanlar arasındaki çatışmalar da herkesin doğruyu kendine göre algılamasından çıkar. Oysa "gerçek" kimsenin üzerine ekleme yapamayacağı, yaşanmış, bitmiş bir olayı, durumu ifade eder. İnsan doğası, algısı, geçmiş bir olayı aktarırken sadece fotoğraf çekercesine aktarmaya müsait olmadığından "gerçek" kendi oluşundan uzaklaşır. Tıpkı kulaktan kulağa oynayan 12 kişiden sonuncusunun söylediği cümlenin ilk söylenenden çok farklı oluşu gibidir. Bu oyunu çocukluğumuzda çok sık oynayan bizler bile, hayatın içinde, kaynağından çok farklı anlatım ve yorumlara hemen inanma eğilimi gösteririz. Bu yüzden, birşeyin aslını öğrenmek için en iyi yol; medeni cesaret gösterip, kaynağına gitmektir, soru sormayı öğrenmektir. Doğru bizim doğrumuz

ALTERNATİF TURİZM: BOTANİK BAHÇESİ

Akçakoca'da Turizm sezonu, hırçın denizinden başka alternatif yaratılmadığı için çok kısa sürmektedir. Akçakoca, Büyük bir botanik bahçesi kurularak Karadeniz Havzasının doğal hayatı koruma merkezi haline getirilebilir. Bunun için yapılması gereken önemli şey; Yerel Yönetimlerin ( Kaymakamlık, Belediye, Valilik, Hazine vb.) Akçakoca halkının, Karadeniz Bölgesinin, Türkiyenin ve doğal hayatın iyiliği ve geleceği için biraraya gelerek, bu oluşuma destek vermesidir. Bu yatırım, partilerin politikaların dışında GELECEĞE BİR YATIRIM OLACAKTIR. BOTANİK BAHÇESİ (Karadeniz Havzası Sınır Ötesi İşbirliği Çerçevesinde ortak proje yapılabilir) Botanik bahçeleri, dünyanın birçok yerinde özel olarak kurulmuş ve canlı bitki örneklerinin sergilendiği mekanlardır. Akçakoca'da, böyle bir bahçe kurularak; 1- Karadeniz bölgesinde yok olmaya başlayan bitki türleri toplanarak ( dağ çileği, kara yemiş, kızılcık, menekşe, vs.) botanik bahçesinde yetiştirilerek sergilenebilir. 2- Uluslararası işbirliği

HERŞEYİ BİLEN ADAM ?

Yeni şeyler öğrenmekte zorlanan, değişimi anlamakta güçlük çeken, dinlemesini bilmeyen insanların ortak tavrı "BEN BİLİYORUM!" dur. Dikkat edin, o insanlar gerçekten herşeyi biliyorlardır (!) Ve cehaletlerinin farkına varmak, öğrenmek, bilgilenmek gibi sorunları olmadığından, hemen her konuda fikir yürütmeye hazırdırlar. Size tavsiyem, öyle insanlarla karşılaştığınızda ( ki bu oldukça sık başınıza gelir) KAÇIN! Çok sevdiğim bir deyişi paylaşayım sizlerle, o benden çok daha iyi ifade etmiş çünkü; Paracelsus'dan Özlü Sözler Hiçbir şey bilmeyen, hiçbirşeyi sevemez. Hiçbir şey yapamayan, hiçbirşey anlamaz..(avaldır) Hiçbir şey anlamayan, değersizdir... Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır ve görür... Birşeyin aslında ne kadar bilgi varsa o kadar sevgi vardır... Tüm yemişlerin böğürtlenlerle aynı zamanda olgunlaştıgını düşleyen kişi üzümlere ilşkin hiçbir şey bilmiyordur demektir. Paracelsus

YAŞAMAYA DAİR

Akçakoca'da güneşi avuçlarınızda tutabilirsiniz. Ama zordur Akçakoca'da yaşamak... ------------------------------------------------------------------------------------------------- "Görmek işitmek duymak düşünmek ve konuşmak koşmak alabildiğine başı dolu başı boş koş- -mak... Hehehey TARANTA - BABU hehehey yaşamak ne güzel şey.... Yaşamak ne güzel şey TARANTA - BABU yaşamak ne güzel şey... Anlıyarak bir usta kitap gibi bir sevda şarkısı gibi duyup bir çocuk gibi şaşarak YAŞAMAK... Yaşamak: birer birer ve hep beraber ipekli bir kumaş dokur gibi.. Hep bir ağızdan sevinçli bir destan okur gibi YAŞAMAK.. YAŞAMAK.. Ne acayip iştir ki bu ne mene gidiştir ki TARANTA - BABU bugün bu «bu inanılmıyacak kadar güzel» bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey: böyle zor bu kadar dar böyle kanlı bu denlü kepaze... ( Nazım Hikmet'in Taranta-Babu'ya 5. Mektubundan)

YERSİZ YURTSUZ VATANDAŞLAR

ÇİNGENELER, GÖÇMEN İŞÇİLER VE DİĞERLERİ... Bir akşamüstü kapının zili çaldı… Baktım, kucağında birbuçuk yaşında bir çocukla gencecik bir Çingene kızı… Herkes gibi benim de dilencilerle aram iyi değildir, kapıma dayanmalarından rahatsız olurum. Kapımda öyle çocuğuyla görünce huzurum kaçtı. Bir şeyler versen bir türlü, vermesen bir türlü. Bir de denemişim eskiden, birine zaaf gösterip, yardım etmeye kalkıştın mı, seni hami görüp sıraya giriyorlar, ondan sonra da kurtul, kurtulabilirsen… Ben iç dünyamda karmakarışık ruh halleriyle boğuşurken, Çocuk annesinin kucağından o kara iri gözleriyle sanki ruhuma baktı. Ve bilirim ki, birinin gözlerinin ta içine bakarak onu anladığınızda kurtuluşunuz yoktur.Anneye “Belediye Yardım Masası”na başvurmasını söyledim, bir de olanaklarım varmış gibi, sonuç alamazsan yine bana gel, demek gafletinde bulundum. Tabii, sonuç malum, belediyeden yardım alamayınca çocuğuyla tekrar kapıma dayandı. Bense sadece üzgün olduğumu, kendisine yardım edemeyeceğimi, bir

YILDIZLARIN ALTINDA FİLM İZLERDİK…

Sinema ile ilkokula giderken tanıştım. Öğretmenimiz bütün sınıfı peşine takmış, Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in başrolü oynadığı “Senede Bir gün” filmine götürmüştü. Sinema salonu, bugünkü Belediye binasının ( içine sinema salonu yapılması unutulan (!)) İki yüz metre kadar ilerisindeydi. Salon, oldukça genişti; Büyüklüğüne yakışır kırmızı koltukları, tavandan sahneye kadar uzanan kırmızı atlastan yapılmış perdesi ile göz alıyordu. Perde açılıp, film başlayınca, yüzden fazla çocuk “tıp” denmiş gibi anında sustuk. Çoğumuz sinemaya ilk kez geldiğimiz İçin oldukça heyecanlıydık… Aksiyonlu sahnelerde, nefesimizi tutuyor, kahramanımız tehlikeden sıyrılınca da hep birlikte alkışlıyorduk. Trajik sahnelerde ise gözyaşlarımızı birbirimizden saklayarak kahramanla birlikte ağlıyorduk. Sinemadan çıktığımızda, o kadar heyecanmış ve mutlu olmuştuk ki, birlikte izlediğimiz sahneleri birbirimize tekrar tekrar anlatarak evlerimize döndük… O günden sonra, filmlerin sergilendiği sinema salonları, görsel